“İbret alacak bir şey de yeryüzü ve onda yaratılanlardır. Eğer kendi nefsinde olan acayiplikleri seyretmekten bir derece daha ileri gitmek istiyorsan yeryüzüne bak, Allah-u Teala nasıl onu yaymış; etrafını geniş yapmış; (ne kadar gidersen sonuna varamazsın) sükunet bulup oynamaması için dağları ona çivi yapmış; sert taşlar içinden leziz sular çıkarmış. Böylece su yeryüzüne tedrici olarak çıkıp akıyor.”
Bu derin tefekkürün ve yukarıdaki veciz sözlerin müellifi İmam-ı Gazali, insanoğlunu tefekküre davet ederken akıl ile doğru yolun keşfedilebileceğini anlatır. Kimya-ı Saadet eseri öylesine derin ve çeşitli konuları içerir ki günümüzde bir grup alimin dahi bir araya gelip böyle bir eser meydana getirmesi imkansızdır. Kimya-ı Saadet’i okurken her sayfada şaşkınlığım ve İmam-ı Gazali’ye hayranlığım artsa da böyle bir eserde bitkiler ve bu bitkilerin hikmetleri hakkında bir başlığın ve bölümün olması bir doğal tıp hekimi olarak beni çok mutlu etti. Zira doğal tıp uzmanı olmak için eğitim aldığım dönemlerden beri hatta çok daha öncesinde bitkilerin şifa konusunda insanoğlunun tek sığınağı olduğunu düşünegelmiştim. Bu alanda da temel yanılgılardan biri “Doğru ne varsa batıdan çıkmıştır.” algısı idi. Naçizane yayınladığım ilk kitabımda bu konudaki önyargı ve bilgiye dayanmayan bilgileri ortadan kaldırmak için uzunca bir bölüm kaleme almıştım. Ancak İbn-i Sina, El Zehravi ve daha birçok tıp bilgininin doğudaki tıbbın temellerinin kazıldığı alanı aydınlatan kandiller olduğunu anlatmış olsam da İmam-ı Gazali’ye kitabımda yer veremememin ukdesini içimde taşıyordum. Kimya-ı Saadet kitabını okurken evrene, kainata, inanca, ruha, bedene dair pek çok konuda yeni fikirler edinirken bitkilerin ve onların yaratılışındaki muradı anlamam için bu bölümü okumam yeterli oldu. Bana göre tüm tıp kitaplarının girişine yazılması gereken bu ölümsüz cümleleri alıntıladıktan sonra fikirlerimi paylaşacağım.
“Hatta hiç önem vermediğin otlara bak ki onlarda nice faydalar saklanmıştır. Bazısını acı bazısını tatlı bazısını tuzlu bazısını ekşi yaratmıştır. Biri hastalık, biri sağlık, biri hayat verir. Biri de zehir olup hayatı götürür. Gene biri safrayı harekete geçirir, biri safrayı keser. Biri damarların sonunda lenfi çıkarır, biri derdayı (sıkıntı, hastalık vb) harekete geçirir. Biri sıcak, biri soğuk, biri yaş, biri kuru, biri sert, biri yumuşak, biri uyku getirir, biri uykusuz bırakır, biri neşe getirir, biri üzüntü verir, biri sana gıda olur, biri hayvanlara gıda olur. Düşün ki bunlar nasıl şeylerdir ve bunların her birinde ne kadar acayiplikler vardır?”
Bu sözler üzerine biraz tefekkür ettiğimizde hastalıkların birçoğunun beslenme yoluyla gerçekleşen ahrazlar olduğunu anlayabiliriz. Yerden biten bitkiler, ağaçlar ve ağaçların meyveleri ve daha pek çok doğal gıda maddesi düzenli şekilde tüketildiğinde vücuda zarar vermez. Zira doğada hiçbir çarpıklık bulunmaz. Kainatı yaratan Allah nasıl ki tüm evrene ve bu evren içerisindeki gezegenlere dahi güneş ve aya bir nizam koyduysa insanoğlunun gıdasını da kendinin yaratıldığı topraktan bitirmiştir. İnsanoğluna düşen ise toprağı ve tohumu bozmadan gerektiği kadar gerektiği şekilde üretmek ve tüketmektir. Ancak ne zaman ki Batı kültürünün etkisi ile hazır gıdalar ve hormonlu ürünler rafları doldurmaya başladı, hastalıksız bir ev kalmadı. Bunun nedeni elbette ki sadece beslenme değil, daha birçok dış faktördür. Ancak beslenmenin de ne kadar önemli olduğunu yine Batı toplumlarının önderlerinden Hipokrat’ın sözü ile anlamak mümkündür:
“Ne yerden O’sun.”