İnsanlar var olduğundan beri hastalıklar da onlarla beraber var oldular. Günümüzde ise hastalıkların sayısı da insan nüfusu kadar arttı ne yazık ki. Ancak her toplum ya da devlet bulunduğu bölgenin nimetlerini kullanarak hastalıklarla baş etmeye gayret etse de tarihte öyle sahneler var ki bunlardan bahsetmek bile insanı üzüyor. Ortaçağda ruh hastalarına yapılan işkenceler ve bu rahatsızlığın nedeninin kimi zaman cadılık kimi zaman da şeytanların musallat olması olarak görmeleri de çok acı.
Ortaçağ döneminde günümüz Avrupası’ndaki ülkelerde ruhsal bozukluğu olan kişi ya büyücü ya da şeytanın yakaladığı bir kişi olarak kabul edilmiş ve bulundukları yerde kilise onayıyla yakalanmış, diri diri ateşe atılmıştır. Kaynaklar incelendiğinde İskoçya’da 20 binden fazla insan bu yolla diri diri yakılmıştır. İlerleyen yıllarda kademeli olarak tecrit uygulansa da daha acı yöntem 15. yüzyılda ortaya çıkmıştır. Toplanan ruh hastası bireyler tüccarların gemileri ile uzak diyarlara götürülmüş ve ölüme terk edilmiştir. Tüm bunlar düşünüldüğünde insanın ne kadar acımasız olabildiği dimağımıza yerleşiyor.
Peki, Avrupa’da durum bu iken Türkler ne yapıyordu dersiniz? Önce Selçuklu sonra ise Osmanlı İmparatorluklarında ruh hastaları son derece özenle korunmuş ve şifa bulabilmeleri için şifahaneler kurulmuştu. Burada dikkat edilmesi gereken kelime şifahanedir. Bir hastalığa psikolojik olarak yaklaşım çok önemlidir. Bugün gittiğimiz hastaneler bizleri otomatik olarak zihnen hastalığa şartlandırıyor. Oysa şifahane ise oraya gidene şifa verildiğini vaat ediyor! Bu yaklaşım ile kurulan şifahaneler sırasıyla 1205’te Kayseri’de, 1217’de Sivas’ta, 1272’de Kastamonu’da ve 1308’de Amasya’da kurulmuştu. Bu şifahanelerde ruhsal yönden çöküş yaşayan bireylerin çeşitli yollarla tedavi edilmesi için bol su ile hastayı buluşturmak adına hamamlar bulunurdu. Ayrıca musiki vasıtasıyla ruhların düzelmesine çalışırdı!
İşte bu konuyu yeni kitabım “Bir Doğal Tıp Hülyası”nda da detaylı olarak ele aldım.
Psikolojik rahatsızlıklarda da bizler Avrupa’da Papalık adına içine şeytan kaçmış denilerek yakılan insanların bu rahatsızlıklarını aşmak için şifahaneler kurmuşuz. 2. Bayezıt döneminde (1488) Edirne’de kurulan şifahanede ruhsal sorunlar yaşayanlar musiki ve su sesi ile tedavi ediliyordu. Şifahane öyle dizayn edilmişti ki buraya benzer bir hastane Avrupa’da ancak 1900’lerde açılabildi. Temel prensibi az personel ve karmaşadan uzak bir sistemle hastaları tedavi etmek olan şifahanenin yan kısmına kurulan medresede geleceğin doktorları eğitiliyordu. Taş duvarlar ile çevrelenen şifahanede musiki kullanılmasının kökleri ise İbni Sina ve Farabi’ye kadar dayanıyordu. Avrupa’da bugün bile büyük saygıyla adı anılan ve dünya tarihinin en bilgili doktorlarından biri olan Farabi kanun sazını bulmuş kişi idi.
Farabi 950’de gözlerini dünyaya kapamış bir bilgindi. Musikinin insan ruhuna ve bedenine etkilerini araştıran Farabi ayrıca kendinden sonrakilere büyük bir hazine bırakmıştı. Farabi, “Musiki-ul-kebir” adlı eserinde müziğin fizik ve astronomi ile olan ilişkisini açıklayarak bir bütünsellik anlatımı yapmıştır. İşte onun dünyadan ayrılışından yaklaşık bin sene sonra ben de ruh hastalarının kendilerini daha da yetersiz hissettiren kimyasal ilaçlara şüpheyle bakıyordum. Farabi’den hemen sonra İbn Sina (980-1037) musiki ile psişik hastalıkların tedavi edilmesinin ilmi bir çehre kazanmasını sağlamak için çalışmıştır. İşte bu esasla devam eden tedavi yöntemlerinin zirvesi Edirne’de kurulan şifahanede can bulmuştur. Şifahane duvarlarından akseden musiki seslerine eşlik eden fıskiyelerden akan su sesleri insan ruhuna şifa veriyordu. Tekrar etmek gerekirse Avrupa insanlık tarihinin en karanlık çağını yaşayıp ruh hastalarını yakarken bizler bu hastalığa böyle şifa arıyormuşuz. Edirne’ye giderek bu şifahaneyi ziyaret eden Evliya Çelebi tarihe şu notu düşmüştür: “Orada öyle bir darüşşifa vardır ki dil ile tarif edilmez, kalem ile yazılmaz!”
Uzun bir dönem tüm hastaları kabul eden şifahane daha sonra ruh hastalıkları konusunda başarıları nedeniyle sadece akıl ve ruh hastalarının tedavi edildiği bir ilim merkezine çevrildi. Şifahaneye gelen hastalar hekimlerin incelemesinden sonra doğanın nimeti bitki kürleri ile desteklenirken ayrıca musiki, su sesi ve güzel kokuların gücü ile kurtuluşa götürülürdü. Farabi ruhsal hastalıklar için şu unutulmaz tanıyı yapmıştır:
“Düşünmek ruhun kendi kendisiyle konuşmasıdır. Bu nedenle şifahanelerde hastaların konuştukları anlamsız sözlere dahi anlam yüklenir ve çareler aranırdı.”
Ayrıca Farabi kendi yolunu takip edecek hekimlere şöyle yol göstermiştir:
“Hiçbir şey kendi kendinin nedeni olamaz, çünkü nedenin kendisi oluşandan öncedir.”
Şifahanede musiki gelişi güzel çalınmazdı, zira daha önceden Farabi ve İbn Sina gibi alimler hangi rahatsızlığa hangi seslerin şifa vereceğini kaleme almışlardı. On kişilik bir sazende topluluğu haftanın 3 günü sahneye çıkar ve şifa arayan hastalara enstrümanıyla deva olmaya çalışırlardı. Elbette her hastaya ayrı bir makamda eserler çalınması da önceden kararlaştırılmıştı. Rast makamı havale geçiren ya da felçlilerde olumlu etki bırakırken sinirlerine hakim olmakta zorlanan hastalara da Rast makamından eserler tedavi olarak uygulanırdı.
O günlerden kalan şifa listesinde makamlar ve şifalarına vesile oldukları rahatsızlıklar şöyle sıralanabilir:
Rast Makamı: Havale ve felç illetine devadır.
Irak Makamı: Har mizaçlılara, sersama, hafakana, çocuktaki menenjit hastalığına faydalıdır.
İsfahan Makamı: Zihni açar, zekâyı artırır, anıları tazeler. Soğuk algınlığından ve ateşli hastalıklardan korur.
Zengule veya Zirgüle Makamı: Kalp, beyin hastalığı, menenjit, mide harareti ve karaciğer ateşine iyi gelir.
Rehavi Makamı: Tüm baş ağrılarına, burun kanamasına, ağız çarpıklığına, felç ve balgam hastalıklarına iyi gelir.
Buselik Makamı: Kulunç ve bel ağrılarının ilacıdır. Kalça, baş ağrısı ve göz hastalıklarına iyi gelir.
Zirefgent Makamı: Sırt ve eklem ağrılarının, kuluncun tedavisinde faydalıdır. Felç ve sırt ağrısına iyi gelir, kuvvet hissi verir.
Büzürk Makamı: Ateşli hastalıklara iyi gelir, zihni temizler, vesvese ve korkuyu uzaklaştırır, fikre yön verir. Beyin, kulunç ağrılarına iyi gelir, kuvvetsizliği ortadan kaldırır.
Hicaz Makamı: İdrar zorluğuna iyi gelir, cinsel yönden uyarıcı etkisi vardır.
Uşşak Makamı: Kalp, karaciğer, sıtma ve mide hastalıklarının ilacıdır. Ayak ağrıları ve uykusuzluğa iyi gelir.
Neva Makamı: Gönül okşayıcıdır. Kötü düşünceleri uzaklaştırır. Irk’un nisa’ya (kadın hastalıklarına) iyi gelir. Bluğ çağına ulaşmış çocuğa, kalça ağrısına, gönül sevincine iyi gelir.
Hüseyni Makamı: Ferahlık verir. Çocukların kalp ve ruhlarının iltihabını söndürür. Ateş düşürür, karaciğer, kalp hastalıklarına, nöbet, gizli hummalara iyi gelir.
Uzun yıllar geçtikten sonra Türk tıp dünyasının duayen ismi ve Türk psikiyatri doktorlarının Albert Einstein’ı olarak kabul edilen Ayhan Songar, 1980’lerin sonlarında Oruç Güvenç ile birlikte hastaların musiki ile tedavi edilmesi için İstanbul’da yeni bir şifahane konsepti oluşturdu. Bu iki deha Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde yan yana geldiklerinde yeni bir dönemi başlatmak için Türk tıbbı adına çalışmalara başladılar. Prof. Dr. Ayhan Songar’ın yanında müzikle tedavi konusunda klinik psikoloji doktorası yapan ve alanında tek uzman olan Oruç Güvenç ilerleyen günlerde hocasının destekleri ve yönlendirmesiyle Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde Türk Musikisini Araştırma ve Uygulama Merkezi’ni kurdu. Burada yüzyıllarca uygulanan tedavi yöntemleri yeniden gün yüzüne çıktı. Peki, tıp konusunda bugün lider kabul edilen Amerika Birleşik Devletleri’nde bu tedavi yöntemi ne zaman resmi olarak kabul gördü dersiniz? Hemen söyleyeyim: 1977!
İşte insanların ruhlarında bu kadar etkili olan musiki bugün ne durumda? Bangır bangır çalınan aletler ve ne dediği dahi anlaşılmayan şarkıcıların insana bir mutluluk getirmesi mümkün mü?
Sağlıklı günler dileğiyle…
Hülya Giebel 8/11/2020 Wassenberg